Tokmacik`tan inciler
AZİME GELİN (Kirkor Davasi)
YALVAÇ AİLESİNDE MİLLî VAKARVEYA BİR OSMANLI- TÜRK KADINI ÖRNEĞİ: AZİME GELİN Yıl: 1903
Yalvaç’ın Tokmacık köyü. Koca Hüseyinoğlu Kara Veli mahdumu Osman ve Araboğlu Feyzullah kızı Azime henüz yeni evli mutlu bir aile. Ama bir gün “Kirkor” mutluluklarına gölge düşürdü. Mahkemelik oldular.
Olay şöyle:
Osman 15 Haziran 1903 günü Yalvaç’a gelerek karısı Azime hakkında şikayet dilekçesi verdi. Delikanlı çok sevdiği karısının kendisini terk ederek baba evine gitmesini bir türlü içine sindiremiyor ve verdiği dilekçede mahkeme yoluyla hanımına tenbihat yapılarak eve dönmesini talep ediyordu. Kadı (Hakim) Azime’yi çağırdı. Azime başladı anlatmaya;
“Osman’ın karısı idim. Lâkin bundan altı ay önce eşim Osman bir tartışma sırasında köyümüz halkından Hacı İsa oğlu Memiş Ali’ye “Kirkor” demiş. O da; yanındaki avanesine ‘Ben Kirkorluğu kabul etmem, sürün şunu köyden size iki okka şeker vereceğim’ demiş. Bu durum karşısında Osman; ‘sözüm kendime, kirkorluğu ben kabul ettim’ diyerek sözünü geri almış. Bu durumda Osman’ın yanında kalamazdım. Çünkü ben Osman’la evlendim Kirkor’la değil. Çektim gittim babamın evine. Kendim 15 yaşındayım.”
Osman’ın yüzü kızardı, itiraz eder gibi olsa da daha sonra çağrılan şahitler Bağdatlıoğlu Hüseyin, Kelağaoğlu Mehmet ve Yusuf, Erikçioğlu Mehmet Ali, Çavuşoğlu Mehmet, Binbaşıoğlu Hacı Hüseyin, Hacı İbrahimoğlu Molla Mehmet, Kerimoğlu Osman olayı doğruluyorlardı. Ama bu şahitlerden bir kısmı da hadiseden sonra Osman’la birlikte Hatip Molla Osman’ın evine giderek burada Osman’ın tevbe-i istiğfar getirdiğini ifadelerinde belirttiler. Osman gözünü Azime’den ayırmıyordu. Dili kopsaydı da o kelimeyi sarfetmeseydi. Ama oldu bir kere, dili sürçmüştü. Halinden çok pişman olduğu belliydi. Kadı’ya göre Osman’ın tövbe ettiği sabit idi. Azime de buna itiraz etmedi. Tam 18 gün süren davanın sonuna gelinmişti. Davalı, davacı ve şahitler Tokmacık’tan Yalvaç’a günlerce eşeklerle gelip gitmişlerdi “Kirkor Davası” için. 3 Temmuz 1907 günü Kadı kararını açıkladı: Azime koca evine dönecekti.
Azime’nin de yüzü gülmeye başladı. Nasıl ki; Hans Alman’ı, Johny Amerikalıyı, İvan Rus’u, Mehmetçik Türk’ü sembolize ediyorsa, Kirkor’un da Ermeni’ye veya daha geniş anlamıyla Türk olmayan, Müslüman olmayana söylendiğinin farkındaydı Azime gelin.
Bu yüzden Osman’ın “Kirkor” olmadığını mahkeme kararıyla ancak teyit ettirdikten sonra, “Osmanım’ın artık başımın üstünde yeri var” diyerek güle oynaya kocasının evine gitti 15 yaşındaki Azime Gelin.
Aslında Azime Gelin, üniversite mezunu değildi, öyle süsleyip çerçeveletip duvara astığı bir diploması da yoktu, belki de okuma- yazma bile bilmiyordu. İşin hukukî yönü bir yana, bilinen bir şey varsa asırlar öncesinden ta Orhun Abideleri’nden süzüle süzüle gelen şifahi Türk kültürü, “şeref”, “haysiyet” ve “millî vakar” kavramları O’nu böyle bir davranışa sevketmişti. Bunun da adı tek kelime ile “irfan” idi. (Bu davanın tutanakları, 274 Numaralı Yalvaç Şeriye Sicili, s.252- 256’dan nakleden; Nuri Köstüklü, Yalvaç’ta Aile, Konya 1996, s.76- 79, 127- 129)
Tokmacik Gezisi
2 Mayıs 1907...
Uzun sıcak bir gün oldu. 5:45 de sabah yola çıkıp akşam 6:45 de vardık. Tokmacıklı Nazmi’yi yanıma aldım. Girit’te askerlik yapıp birkaç ay da Yemen’de kalmış. Yırtık pırtık eski bir asker üniforması giymişti. Oldukça zeki olup bütün yolları bildiği gibi, neleri görmek istediğimi de gayet iyi biliyordu. Zaptiye Mahmut hiçbir işe yaramıyor, gündüzleri hiçbir şeyin farkında olmuyor, geceleri de hep uyuyordu. Dün gece eşkiyadan korkarak kampı terkettiler. Mahmut uyudu, Fettah tek başına nöbet tuttu. Tepeye doğru tırmandık. Ama Kiepert’in Aksu dediği Akçaşar’dan değil. Yük hayvanları da o yoldan gelmedi. Köyün 20 dakikalık yukarısından sağa dönüp, birkaç dakikada tepelerde bir kayaya oyulmuş bir mezara geldik. Fazla süslü değildi ama çok düzgün kesilmişti. Çatının iç yukarı kısmında dosdoğru uzanan üç köşeli bir yan duvar vardı. Giriş kare şeklindeydi. Daha sonra tepenin yamacını dolaşarak Kiepert’in bahsetmediği Yörük köyü olan Tırtar’a vardık. Bir çeşme’de, aralarında bir çelenk olan iki öküz başının kazılı olduğu bir lahit parçası bulunuyordu. Daha alttaki dikili bir taş olup alt kabartmanın yukarısında kapı üstü süsüyle iki figür yapılmış olabilir. Güneybatıya doğru 50 dakikalık bir mesafede hâlâ yarı kulübe ve ahşap kondularla yapılmış küçük başka bir Yörük köyü vardı. Adı Tırtar’dı. Buradaki çeşmede iki çift sütun bulunuyordu. Üzerinde yazı yoktu. Bu köyler kurulalı on beş yıl olmuş. Ahali şimdi metruk ve viran olan Gaziri’den gelmiş. Gölün neden olduğu bataklık yüzünden sıtma hastalığı insanları yerinden yurdundan etmiş. Bir Yörük evinde nefis süt ve çay içtik. Tepeden inince doğru Gaziri harabelerine iniverdik. Yazı yok. Göl boyunca dolaşarak dönüyorduk. Tepelere doğru yayılan Yörüklerle sürülerinin kapladığı, yeşil çimenlerin süslediği çevreyle koylar çok nefisti. Kırk dakikada kayaların göle dimdik indiği hac yerine vardık. Kayanın yukarı kısmında küçük bir mağara olup, 9-10 metre aşağısında da içinden gölün görünebileceği ilginç bir taş kemer yer alıyordu. Eğer bu doğalsa, kanımca öyle, bu yerin niçin hep kutsal sayıldığını açıklıyor. Kayaların üstünde şimdiye dek gördüğüm en büyük kartal duruyordu. Eylül ayının girişiyle başlayan Hac mevsiminde iki gün burada kalınıp mağarada ekmek-şarap ayinleri yapılıyordu. Kayalar bazı yerlerin dışında sanki akan mavi bir boyayla kaplanmış gibi..
Mağaranın içini görmek için el yordamıyla tırmanmaya çalıştım. Kayanın tepesine de çıktım ama fazla bir şey göremedim. Gölün karşı tarafında bulunan Barla dağının dorukları çok güzel görünüyor. Öğle yemeğimi yedim. Hava gene çok sıcak. Daha sonra Gazire’ye döndük. Gölün taşıp su altında bıraktığı yerleri gördük. Bataklığın ucunda bazı balıkçıların kaldığı kamıştan bir kulübe vardı. Buradan bir kayık alıp göldeki kamışların arasından bataklık kokusu yayan sulardan kürek çekerek, sazların elverdiği bir yerden adaya çıktık. Yaklaşık iki metre kalınlığında, çakıl ve harçla yapılmış Bizans duvarlarıyla çepeçevre kuşatılmıştı. Hem uzun hem çaprazlamasına duvarların içine kalın ağaç gövdeleri konulmuş. Ancak zamanla çürüdüklerinden bulundukları yerler top delikleri gibi duruyordu. Koruma kuleleri olmayan sade duvarlar... Bir yerde bulunan sütunun yanından kürek çekerek geçerken gördüm ki eski bir taş 45 cm kadar derinlikteki suyun içinde yatıyordu. Sağ elinde su kabı gibi bir nesne tutan,bir kadın figürü olan, geniş bir dikili taş. Sol yanında da dört köşeli su kovasına benzeyen bir şey. Sağ yanının yukarısında da gene başka bir su kabına benzer bir şey asılı duruyor. İçerisinde daha çok başa benzeyen bir nesne göze çarpıyor. Yukarı kısmında fazla yüksek olmayan kapı üstü süsü ve iki satırlık bir yazı var ama dizlerime kadar suya girmeme, bildiğim her şeyi yapmama, kayıkla etrafında dolaşmama rağmen güneşin yansıması ve göz kamaştırması yüzünden bunları okuyamadım. Gölün batısındaki köylerin birinden olan sandalcı, Türk-Rus savaşında bulunmuş. Tüm Balkanlar’dan ve ahalisinden söz etti. Sonunda kulübeye dönüp atlarımıza binip Gencali’ye gittik. Söylendiği gibi, bir mezarlık üzerinde Tekmoreyan yazıtlarının bulunduğu sütun gibi geniş oval bir sütunun genişçe bir parçasını gördüm. Ama yazı yoktu. Yol buradan Tokmacık’a tırmanıyor. Gencali iki çiftlikli bir köy. Rum ve Müslüman. Gelişimiz Rumlara sürpriz ve ahaliye sevinç kaynağı oldu. Bunu Ramsey’e ileteceğim. Bugün hava gene çok sıcaktı. İlginç olacağını sandığım bazı gidip gelmeler umduğum gibi çıkmadı ve üçte kampa döndüm... O saatten beri uyumak, yemek, içmek ve günlüğümü yazmaktan başka bir şey yapmadım. Yarın dinlenme günüm. Pişman olduğumu söyle-yemem. Bir gezgin olarak yaptığım iş çok özen isteyen yorucu bir iş. Başarılı bir çalışma yaptığımı da sanmıyorum. Belki de görmediğim daha çok şey var ama bakmasını bilmek gerek. Ramsey’in bana Küçük Asya’ya ilk yaptığı gezide hiçbir şey bulamadığını söylediği aklıma geldi. Gördüğünüz gibi ancak suyun altında bazı şeyler buluyorum.
Fettah bağırıyor: “Hayatımda böyle kasaba görmedim. Allah hepsinin canını alsın. Karıları da esir düşsün. Kraliçe hazretlerinin fasulyaları için de beş kuruş harcadım. Koca kasabada et yok. Taş taş üstünde kalmasın..” dedi. Ben de : “Tavuklar da Tokmacık’ın tavuklarından daha kötü.” dedim. Fettah Tokmacık’ta yediklerininin ağzında bıraktığı olumsuz izlenimle kızarak: “O tavuk mu ? 4 kuruşluk odun yedi, ayrıca Kumdanlı’da üç saatte pişireceğim diye canım çıktı. Allah hepsinin canını alsın.” dedi. Bedduasına ben de katılabilirdim. Ancak açlıktan ölmek de vardı.”
Prof. Dr. Cengiz Tosun